‘The Platform’ filmi tam olarak neyi eleştiriyor?
Öncelikle etrafımızdan önce kendimize bakmamız gerektiğini düşünüyorum. Stokçuluğun ve yetmeme korkusunun en üst seviyeye ulaştığı şu günlerde Platform’daki insanlardan pek bir farkımız kalmıyor.
Herkes stokçuluk yaptığından; bebeğine bez bağlayamayan anneler, markette eli boş kalan yaşlılar ve maskesiz kalan kanser hastaları bu durumun birer göstergesi oluyor. Elimizdeki her şey yeterliyken ve sürekli bir üretim söz konusuyken ‘açgözlü olma ve yetinememe’ durumu bu günlerde filmle aramızda kuvvetli bir bağ oluşturuyor…
Herkesin karantinada olduğu bu dönemde ‘The Platform’ filmi dijital video platformları tarafından kullanıcılarına sunuldu. İspanyol yapımı olan, içinde sisteme ve düzene dair birçok sembol ve soru işareti barındıran film çoğu kişi tarafından çokça izlendi ve yorum aldı. Peki ‘The Platform’ filmi bize neler anlatmak ve neyi eleştirmek istiyor? Molatik olmamak elde değil…
Katlar, katlarımız…
Filme ismini veren platform, dikey biçimde inşa edilen, her katında iki mahkûmun yer aldığı ve ortasında kare şeklinde bir boşluğun olduğu bir hapishanede (Delik) yemek servisi için kullanılıyor. Bu platform zirve noktasında, yani en üst katta en lezzetli, en şatafatlı ve en doyurucu yemeklerle doldurulan bir davet masası olarak yola çıkıyor, ancak yüzlerce kattan oluşan hapishaneyi dolaşırken her katta iki dakika boyunca durduğu için en dibe inene kadar mahkûmlarca talan ediliyor.
Oyunun kuralıysa basi: En üst kattakiler en iyi beslenenler oluyor, alttakilere onların artıkları kalıyor. Sözde, sıfırıncı katta hapishanedeki herkese yetecek kadar yemeğin olduğu bir masa hazırlandığı iddia ediliyor hikâye dâhilinde. En alt kata gelene kadar yemeğin yetmemesinin sebebiyse mahkûmların aç gözlülüğü ve ihtiyacı olandan fazlasını yemeleri oluyor. Mahkûmların hücreleriyse rastgele bir şekilde her ay değiştiriliyor, böylece bir mahkûm platformda kaldığı süre boyunca zincirin en üstünde yer alıp ziyafet çekemiyor ya da en altında yer alıp açlıkla mücadele etmiyor.
Tok, açın halinden anlamaz
Her mahkûmun kat değiştirdiği halde bir aşağıdakinin halini anlamayarak hâlâ aç gözlülüğe devam edip ihtiyacından fazlasını tüketmesi bence filmin en dikkat çekici unsurlarından biriydi. “Bir ay önce en alt kattaydın şimdi en üst katlardan birindeyken nasıl olur da aşağıdakinin halinden anlamazsın?” sorusu kafalarda yankılanırken ‘ne yaşarsan yaşa üsteyken her şeyi unutursun’ mesajı veriyor gibiydi. Bizlere ufak bir kapitalizm örneği sunan The Platform, bir şeyleri iyi edecek ya da kötü yapacak kişilerin yalnızca yukarıdakiler olduğu mesajını vermiyor mu? Çünkü “Bir üst kattaki yemeğini seninle ne kadar paylaşırsa o kadar doyarsın ve ne kadar temiz bırakırsa o kadar temiz yemek yersin” diyordu.
Neydim, ne oldum delisi olmuş bunlar. Ama unutmayın her çıkışın bir inişi vardır. Ne de olsa tok açın halinden anlamaz…
Nedir bu platform?
Platform, Delik’teki gizli düzen sağlayıcı. Zincirleme reaksiyon var ve yönetim yemekleri düzenleyerek reaksiyonu başlatıyor ve gerisini platformun kendisine bırakıyor. Her katta iki dakika kalıyor ve kimsenin elinde yemek bulundurmasını istemiyor. Şayet yemek bulundurdukları vakit odanın ısısını aşırı derecede değiştirerek yemek tutanları pişman ediyor. Kısacası “Dokunmayın benim sistemime, müdahale etmeyin” demek istiyor.
Peki platform neden aşağı yavaş inerken yukarı hıphızlı bir şekilde hareket ediyor? Çünkü herkes gönüllü olarak aşağı katlara inebilir fakat yukarı kimse kendi isteğiyle çıkamaz. Bize yalnızca düzen izin verdiği müddetçe zirvede olabilirsin mesajı mı vermek istiyor yoksa?
Yönetim’le ne anlatılmak isteniyor?
Soran herkesin yönetim olarak ifade ettiği ama asla kim olduklarını bilmedikleri bazı kişiler. Aslında burada sanki Tanrı ve kapitalizm benzetmesi ya da eleştirisi yapılıyor gibi geldi. Çünkü yönetimin her şeyden haberi var.
Örneğin; ‘Delik’e indiği vakitte bütün yemekler talan edilecek. Lakin hazırlanan yemekleri o kadar kusursuz hazırlanıyor ki… Günümüzde çok ünlü markaların yeni ürünü piyasaya koyduklarında insanların yaratacağı o izdihamı bilmesi gibi… Hep daha fazlasını gözettiklerini bilmesi ve her defasında daha da iyi olan ürünler çıkarması gibi…
Sanki Tanrı’nın “Bakın ben her şeyi kusursuz olarak yarattım ve gönderdim. Lakin siz insanlar bu kusursuzluğu ve mükemmelliği bozuyorsunuz, hepinize yetecek kadar olmasına rağmen paylaşmıyorsunuz, izdiham ve kavga çıkarıyorsunuz” demesi ihtimali gibi mi?
Sevilen yemekler
‘Platform’da dikkati çeken diğer bir konu herkesin, sevdiği yemeklerden bir tanesinin olmasıydı. Mülakatla Delik’e giren insanlara hangi yemekleri sevdiği sorulmuş ve menüye eklenmişti. “E herkes sevdiği yemeği yiyip diğerlerini bırakamıyor mu” diyorsunuz. Ama sorunun cevabı çok basit: İnsanlık…
Hep daha fazlasında değil mi gözümüz? “Sadece kendi sevdiklerimiz değil başkasının sevdiği yemekler de benim hakkım olsun” deyişimizde değil mi? Burası güzel bir detaydı lakin sevilen yemeklerde beni düşünmeye sevk eden ayrı bir durum daha vardı.
Asıl kahramanımız Goreng’in ‘salyangoz’ sevmesi ve hücre arkadaşı Trimagasi’nin Goreng’le birlikte alt katlara düştüğünde Goreng’i yemek için bağlamışken ona “Salyangozum” demesiydi. Acaba Platform bize, “Tükettiğiniz ve sevdiğiniz şeyler sizi yavaş yavaş tüketir” mesajı mı vermek istiyordu? Ya da vejetaryenlik mesajı mı? “Senin yaptığını sana yapsalar hoş karşılar mıydın?” diyerek salyangozun hissettiklerini sanki Goreng üzerinden vermişler gibiydi. Eğer öyleyse bu kısım biraz güldürmedi değil.
Yönetimden Platform’a düşen kadın neyin simgesiydi?
Imoguiri… Yönetim için çalışmış, herkesi Delik’e almış ve en sonunda kanser olduğunu öğrendiğinde insanları yolladığı düzene kendisi de girmiş bir karakter. İnsanların bunu yapacaklarını bilmediğini, içerisinin çok kötü olduğunu tahmin edemediğini söyleyen, 250 kat demesine rağmen 333 kattan oluşan Delik’te neyi temsil ediyordu?
İnsanların bu deney sonucunda yemeklerini paylaşmasını öğreneceğini düşünen, düzenin içinde kaybolan ve özümüzü kaybettiğimiz ‘umut’un ve ‘iyilik’in temsili miydi? Ya da kendimizi kurtarmak ve her şeyin iyi olacağını düşünerek gerçek kötülüğün farkında olmadan düzene ayak uyduruşumuzun bir simgesi miydi? Bilemiyoruz…
Platform’da bir göçmen: Miharu
Trimagasi’nin kızını aradığını söylediği, Imougiri’nin ise hasta bir katil olduğunu savunan Asyalı bir kadın… İlk başta gerçekten kızını aradığını düşündüğünüz sonra da korkup katil gözüyle baktığınız, sadece Goreng gibi iyi niyetli birinin konuşup yardım etmeye çalıştığı Miharu neyi temsil ediyordu? Asyalı olması ve Delik’te asla bir katta durmaması göçmenleri andırmıyor mu?
Film boyunca Miharu ile diğer karakterler arasında hiçbir sözlü iletişimin kurulmaması da karakterin derdini bile anlatmakta sorun yaşayan göçmenlerin bir temsili olduğunu gösteriyor. Kimine göre azılı bir katil, kimine göre ise kızını arayan bir kadın…
Devreye ufak kız giriyor…
Goreng’in filmin sonunda en alt kattakilere yemek ulaştırma çabasını bir kenara bırakıp yöneticilere bir mesaj göndermeye karar vermesi de buradan çıkıyor. Goreng ve Baharat alt katlara indikçe, durumun vahametinin farkında olan insanları ikna etmek daha kolay bir hâl alıyor.
Ancak sistemi değiştirme gücü olmayan bu insanları ikna etmek, örgütlemek, tek başına yeterli olmuyor. Geriye çok daha zorlu bir görev kalıyor. En üsttekilerin, yönetimdekilerin umursamasını sağlamak. Bu noktada devreye ufak kız giriyor. Geleceğin ve masumiyetin sembolü olan 333. kattaki bu ufak kızın, (tahminen Miharu’nun kızı) yönetimi ve ona hizmet edenleri umursamaya zorlayacağı varsayılıyor. Bu varsayımın nasıl sonuç verdiği ise gösterilmiyor. Belki de bunun nasıl sonuçlandığını görmek için etrafımızda olup bitenlere bakmamız yeterlidir…
Biz de ders çıkaralım
Öncelikle etrafımızdan önce kendimize bakmamız gerektiğini düşünüyorum. Stokçuluğun ve yetmeme korkusunun en üst seviyeye ulaştığı şu günlerde Platform’daki insanlardan pek bir farkımız kalmıyor.
Herkes stokçuluk yaptığından; bebeğine bez bağlayamayan anneler, markette eli boş kalan yaşlılar ve maskesiz kalan kanser hastaları bu durumun birer göstergesi oluyor. Elimizdeki her şey yeterliyken ve sürekli bir üretim söz konusuyken ‘açgözlü olma ve yetinememe’ durumu bu günlerde filmle aramızda kuvvetli bir bağ oluşturuyor…
Kaynak : Fazilet Şenol